Dr. Güler Demir Yazdı
Zaman zaman hepimiz amaçsız bir ya da birkaç gün yaşamayı arzularız. Sorumluluklarımız olmadan, saate bakmadan yaşamak; bir günü/günleri uyku, düş ve hayallerle geçirmek dahi yeter belki de. Sanayi sonrası, hızına yetişmenin gittikçe zorlaştığı teknolojik gelişmeler yaşamı pek çok anlamda kolaylaştırmıştır, evet. Peki ya karşılığındaki bedeller: kendimize, doğaya yabancılaşmış, mekanikleşen bir sistem zincirinin halkalarına dönüşmüşüzdür.
Bunun bilincinde olmak ve o zincirden ayrılamamaksa sürüklendiğimiz kaosu daha da derinleştirmez mi? Bu sancılar yüzünden sık sık başka yaşamlara öykünür, şunun bunun yerinde olsam, “bir köyde yaşasam”, “alıp başımı gitsem” benzeri söylemleri eksik etmeyiz dilimizden. Ancak gitmez, gidemez ve “gözaltındaki”, “kuşatılmış”, “yorgun” yaşamımıza kaldığımız yerden devam ederiz. Bizi kuşatan, gözaltına alanlar da bizim gibi kuşatılmış, gözaltındaki diğer yaşamlardır; ebeveynler, eşler, öğretmenler, kamu hizmetlileri, hükümet yetkilileri, medya ve akla gelebilecek tüm kişi ve mekanizmalar.
Yaptırımların en ağır biçimde uygulandığı, işkencelerin kanıksandığı 19. Yüzyılda, mimar Jeremy Bentham tutukluların sürekli biçimde gözetimini sağlayacak meşhur “panopticon” modelini geliştirmiştir. Yunanca kökenli ve “göz önündeki yer” anlamına gelen “panopticon” kavramının kullanıldığı modelde, iç içe geçmiş halkalardan oluşan bir bina ve tam ortasında bir gözetleme kulesi bulunur.
Tutukluların hücreleri bu gözetleme kulesinden rahatlıkla görülebilecek şekilde dizilmiştir. Bentham ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen tutuklunun her zaman izleniyormuşçasına bir otokontrol geliştirmesi söz konusudur.
Bu tema bize çok tanıdık değil midir? Yine, Orwell’in 1984’de kullandığı metaforlar ve dev karakteri “Büyük Birader” (Big Brother) ile insanları gözetleyen “teleekran”ı hep bu kuşatılmışlığa vurgu yapar. Hadi anımsayalım hani şu Yeşilçam Filmlerinde sıkça rastlanılan o sahneyi: komşularını gözetlemek üzere pencereden sarkan meraklı kadın. Sonra BBG evi ve türevi TV programları. Sosyal medyanın büyüteci, vesaire vesaire.
Kişilerin birbirlerine verdikleri değeri ve kendilerini ilişkiler içinde koydukları yeri belirleyen öge “sosyal mesafe”dir. Kişi yakın hissettiği insanlara yaklaşırken hoşnut olmadığı kişilerle arasına mesafe koyar. Ruhsal korunmayı sağlayan ve “mahrem alan” denilen 0-25 cm ile sınırlı alanın aşılması, gerginlik ya da adrenalin salgısının artması ile saldırganlığı yaratabilir.
Bırakın kişinin diğerlerine koyduğu bu oldukça insani, anlaşılır sınırı, zaman zaman kendi iç dünyasında kapalı bir köşe bulup kendi kendisinden dahi saklanmak ister, yorulmuştur çünkü. Potansiyel suçlular gibi kameraların, makinelerin, makineleşmiş sistem ve toplumun çevrelediği bu gözetim altındaki yaşam, tüm sınır ve değerleri alt üst etmez mi? Neredeyse üzerimizde kodlanmış etiketlerle gezerken derinlerde bir yerlerde gizlenmiş “asıl biz” nereye kaybolmuştur acaba? Ah onu bulmayı ne çok ister ve belki de en çok bu yüzden bu dayatmalardan en fazla bağımsız olduğumuz çocukluğumuzu özleriz.