Ayla Tetik
Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı ile Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden ayrıldı.
İstanbul sözleşmesini ve konu ile ilgili ülkemizde yaşanan süreci kısaca hatırlayalım;
Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetle mücadele amacıyla 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzalandığından dolayı “İstanbul Sözleşmesi” adıyla tanımlandı. Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini konu alan ve hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belgeydi.
Türkiye, 12 Mart 2012’de sözleşmeyi onaylayan ilk ülke oldu. Sözleşme, 60’ıncı Parti hükümeti tarafından imzaya açıldı her ülke adına ülke dışişleri bakanları ve Türkiye adına da dönemin dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu imzaladı. Onay için TBMM Genel Kurulu’na sunulan İstanbul Sözleşmesi, 14 Mart 2012’de AKP, CHP, MHP ve BDP’nin oybirliğiyle onaylandı. İstanbul Sözleşmesi 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girdi. Mart 2019 itibarıyla toplam 46 devlet ve Avrupa Birliği tarafından da imzalandı.
Sözleşme’nin ana odağı kadınlar ve kız çocukları olmakla birlikte; ev içi şiddet kapsamına kadın, erkek fark etmeksizin yaşı ne olursa olsun herkesin girdiği söylenebilir. Sözleşme’nin yaşlı ya da yetişkin erkekler dahil ev içi şiddet mağduru diğer gruplara uygulanıp uygulanmayacağı taraf devletlerin inisiyatifine bırakılıyor. Bununla birlikte, ev içi şiddete maruz kalan erkekler ve yaşlılar gibi diğer şiddet mağdurlarının da uygulamaya dahil edilmesi teşvik ediliyor. Sözleşmenin hedefleri, imza koyan ülkelerde;
- Kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesine yönelik çalışmalar yapılması.
- Şiddet mağdurlarının korunması.
- Kadınlara yönelik şiddetin bir suç olarak nitelenmesi ve şiddet uygulayan tarafın yargılanması.
- Tüm bunların kapsamlı ve koordineli bir şekilde ele alınacağı bütüncül politikalar hazırlanması.
- Bu amaçlar doğrultusunda kullanılacak yeterli ve uygun finansal kaynakların sağlanması olarak sıralanabilir.
İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddeti bir insan hakkı ihlali ve bir ayrımcılık türü olarak kabul etmiştir. Ayrıca “toplumsal cinsiyet” kavramının tanımını yapan ilk uluslararası sözleşme olarak da önemlidir. Sözleşmede, mevcut toplumsal cinsiyet anlayışının kadınlar ve erkekler için toplumsal roller biçtiği kabul ediliyor ve toplum tarafından üretilen bu rollerin kadınlara yönelik şiddette payı olduğu vurgulanarak “kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” tanımı ayrıca yapılıyor.
İstanbul Sözleşmesi doğrultusunda çıkarılan 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’a göre; devlet, şiddetten şikâyetçi olan kadına, isterse çocuklarıyla birlikte barınma imkânı veriyor. Yasal süreç sona erene kadar maddi yardım sağlıyor. İş ve hatta kimlik değişikliği yapmak isterse yardımcı oluyor. Şiddet uygulayan hakkında en az bir ay süreyle uzaklaştırma kararı alınıyor.
İstanbul Sözleşmesi yalnızca evli çiftleri değil, evli ve evlilik dışı tüm çiftleri sözleşmenin öznesi olarak görüyor. Sözleşme’nin orijinal metinde yer alan “domestic violence”, dilimize “ev içi şiddet” yerine “aile içi şiddet” olarak tercüme edilmiş. Ancak sözleşmenin Türkçe halinde her ne kadar “aile içi şiddet” kavramı kullanılsa da birçok kadın kuruluşu, gazeteci ve akademisyen “ev içi şiddet” nitelemesini tercih ediyor. Ayrıca ev dışında gerçekleşen kadına yönelik şiddet de sözleşmenin kapsamında yer alıyor.
En önemli ayrıntılardan biri, kadına yönelik şiddet vakalarında mağdur kadının vatandaşlığına bakılmaksızın sözleşmenin geçerli olması.
İstanbul Sözleşmesi neden bazı gruplar ya da kişiler tarafından kabul görmedi;
Bunlardan biri; bazı kişilerin yada grupların sözleşmeyi, eşcinsel evliliklerin meşrulaştırılmaya çalışılması olarak değerlendirmesidir. Sözleşmenin, aile yapımıza zarar niteliğinde olduğu, hatta sözleşmenin “Femi-faşist zihniyetle” hazırlandığı ve eşcinsel evliliklere yasallık getirmeyi hedeflediği, iptal edilmesi gerektiği savunuluyordu. Sözleşmede bulunan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” kavramının Türkiye’de LGBT lobilerinin rahat çalışmalarını sağladığı ve bunun da toplumsal ahlak ve aile yapısına zarar verdiği savunuluyordu.
İstanbul Sözleşmesi yalnızca fiziksel ya da cinsel şiddetin değil, psikolojik şiddet, ısrarlı takip ve cinsel tacizin de cezai suçlar olarak değerlendirilmesini ve gerekli hukuki tedbirlerin alınmasını öngörüyor. Bunun yanı sıra sözleşme gereğince; zorla evlendirme, kadın sünneti, zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma gibi kasten gerçekleştirilen eylemlerin cezalandırılması için de yasal ve diğer tedbirlerin alınması gerekiyordu. Sözleşme’nin 42. maddesinde belirtildiği üzere; mağdurun kültürel, sosyal, dini ya da geleneksel olarak kabul gören davranış normlarını ihlal etmesi de şiddete gerekçe olarak gösterilemezdi.
İşte suç sayılacak bu eylemler ve bu konuda alınması muhtemel yasal tedbirler ve yaptırımlar, bazı tarikatların, azınlık kültürlerinin inançlarına ve yaşam tarzlarına uymuyordu. Kim bunlar; Türkiye nüfusu içinde oy oranı %1 olan bir azınlık.
Önemli soru şu;
%1’lik bir oy kaygısı için İstanbul sözleşmesinden vaz geçilmeli miydi?
Eğer sebep oy kaygısı değilse; aynı parti hükümeti tarafından neden imzaladık ve neden vaz geçtik sorularına bir cevap lazım. Cevabı bilen var mı?